bir yaz gecesiydi ağustostan
sanırsın yılın başka günü kalmadığından
on sekizinci günüydü üstelik
büyük düzce depreminin on dördüncü yıl dönümü
benim depremimin ilk günü
karaköyde bir tahta masaya oturmuştuk
ilk randevu için masa fazla küçük
yüzlerimiz birbirine fazla yakın
ömrüm boyunca bakabilirim bu yüze demiştin
bir an içimden geçirmiştim
bu bir kavuşma mı
bir deprem mi
kim bilir
benim bilmediğim kesin
gözlerinin kahverengisi memleket toprağı oldu
gülümsemenle akasyalar çiçek açtı
o masaya oturana kadar tenime batan bütün dikenler
son buldu kirli sakalının bittiği yerde
iki dudağının arasındaki nefeste
ılık meltemler uzak denizleri getirdi koydu masamıza
yıldızlar yağdı başıma taç oldu
karşımızda sarayburnu tarihin tüm ışıklarını yaktı
hükümdarlar padişahlar sultanlar soytarılar filler ve fareler
davetlimiz oldu
toplar atıldı bu sefer avrupa yakasından antartikaya
rakı döküldü eteğimin kenarına beyaz dantel oldu
düğün mü cenaze mi belli değil
martılar eski bir şarkı tutturdu
balıkçıların oltasına iki harf takıldı
iki harfle bir hikaye yazılmazmış
anladığımızda
garson masaya hesabı koydu
düzlüğümün zelzelesi oldun
aydınlığımı karanlıklarında boğdun
her şey ters düz
tepe taklak
tavanımdaki derin çatlak
uykuda yakalandım
sahici olan hangisi anlamadım
duvarlarımdaki tüm doğrular
yerlere düşüp parçalandılar
uyuduğum yatak yandı
sensizlik kırık cam gibi geceme battı
bugün onsekiz ağustos düzce depreminin onbeşinci yıl dönümü
benim depremimin birinci
gerçek duvarları olmayan prefabrik bir evde yaşıyorum
ne akılda bir fikir
ne gönülde bir sevda
ne bu plastik duvarda çivi
durmuyor
hayatımın hamuru bir türlü tutmuyor
odama rüzgar sızıyor
rüzgarın içine saklanmış ıslıklar
kulağıma depremlerden sonra yeniden kurulan şehirlerin hikayelerini fısıldıyor
yatağımın altında iki harf
bir cümleyi başlatmak için firavun sabrıyla bekliyor